Sayfalar

5 Haziran 2012

İhsan Oktay Anar ile bir ropörtaj -Arşivden


İhsan Oktay Anar ile yapılmış eski bir röportaj buldum arşivimde... (kaynağını bulamadım):
Okuyalım:

“BENİM ASIL KİMLİĞİM YAZARLIK DEĞİLDİR”
       İhsan Oktay Anar, kendisini sarıp sarmalayan felsefeci kimliğine rağmen, az yazan ve az konuşan bir insandır.
       Yazdıkları ortadayken, yazdıklarına dair konuşmayı uçarı bir gülümsemeyle reddeder genellikle.
       Uçarı gülümsemesinin yerinde yeller estiğini nicedir, farketmek için çok da ârif olmak gerekmiyor.
       Tuhaf bir şey yaptı ve konuştu, kitaplarına dair konuşmama titizliğini koruyarak yaptı bunu üstelik.
       Haklı olduğunu görmemek için biraz bakar, biraz kör, ziyadesiyle bakarkör olmak gerekiyor.
       “E” dergisine kapak olmaya nasıl gönül indirdi bilinmez gerçi ama kendisiyle konuşan şuâradan Adnan Özer’e söyledikleri hayli önemli.
   

“HOMEROS ENTELEKTÜEL DEĞİLDİ”
       İhsan Oktay Anar, Adnan Özer’in, “Bir röportajınızda, ‘Edebiyatçı entelektüel olmak zorunda değildir’ diyorsunuz. Niye böyle düşünüyorsunuz?” sorusunu cevaplandırırken, memleketin zihinsel kavşaklarında yaşanan bazı önemli kırılmalara da meydan okuyor bir bakıma:
       “Entelektüel sözcüğü, ilk kez 1898’de Emile Zola’nın kullandığı bir tabirdir. Entelektüellerin tarihi çok eski değildir. Sorunuza gelirsek; Homeros entelektüel değildir. Cervantes her ne kadar edebiyatla alakası olsa bile entelektüel değildir. İngilizler’in bizim Homeros’umuz diye övündükleri Geofrey Chaucer bir entelektüel değildir. Entelektüel sözcüğünü başka anlamlarda da kullanabiliriz: yani çalışmak ve hayatını kazanmak için zihnini kullanmak zorunda olan kişi. Fakat aydın bundan bambaşka bir anlam taşır. Bildikleriyle, eleştirel tavrıyla aydınlanmış kişidir. Bu iki kavramı birbirinden ayırmak gerekir. Yani zihin emeği ile çalışan entelektüellerle, aydınlanmış ve belli şeylere, topluma müdahale etmek durumunda, sorumluluğunda olan kişileri ayıralım. Örneğin, avukatlar, doktorlar da entelektüeldir. Aydın olmak kolay sayılabilir ama entelektüel olmak zordur. Mesela George Pulitzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni okursanız aydın sayılabilirsiniz, fakat nükleer fizikçi olmak iskiyorsanız, bu aydın olmaktan çok daha zordur. Sanatçının entelektüel olması gerekmez. Mimariden örnekler verebiliriz. Mesela, İstanbul’da saraylar inşa eden Balyan ailesi de entelektüel değildi. Yazmak için de entelektüel olmak gerekmez.”
       Kavram kargaşasının bu kadar egemen olduğu ve “entelektüel”in salt kavram olarak bile bir tür rant aracı haline getirildiği bir memlekette, konuyu vuzûha kavuşturmakta yabana atılamayacak faydalar var, elbette birileri merak edip okursa!
     
TEHLİKELİ SORULAR
       İhsan Oktay Anar, daha sonra, felsefeci veya romancı kimliğinden ziyade, bu coğrafyada yaşayan bir insan kimliğiyle son derece önemli bir konuya daha değiniyor. Bunalım üretim merkezlerinde dillerden düşürülmeyen ama hiç kimsenin de anlamlı bir cevap vermeye yanaşmadığı “Niye yaşıyorum?” sorusunun nasıl bir lüks ihtiva ettiğininin altını çiziyor Anar:
       “Çok tehlikeli bir soru vardır: Niye yaşıyorum? Bu soruyu soran insanlar, bir gün gelir kendilerini zor durumda bulabilirler (...) Sorulmaması gerekir. Niye yaşıyorum diyeceğinize bir köpüklü şarap alın elinize ve onu bir nehrin kıyısında yudumlayın. Niye diye sormanıza gerek yok. Bunu yapın yeter. Tehlikeli soruları birbirimize neden soralım. Zaten cevap verilmemiş o kadar çok soru var ki. Bu dünyanın keyfini çıkartın. Niye yaşıyorum? Tehlikeli bir soru. Peki niye ölmüyoruz? Bunlar eşdeğer sorulardır. Niye sorusunun peşine takılırsak hayatı yaşayamayız.”
       “Puslu Kıtalar Atlası” yazarı, “Sizin yazarlığınızda bu tarih dokuları devam edecek mi?” sorusu üzerine eşiği bir adım daha geçiyor ve bir anlamda yukarıdaki sözlerinin arka planına ışık tutuyor. Bunu yaparken, pek çoklarının üzerlerine geçirebilmek için birbirini ezdiği, birbirinin ayağına bastığı “yazarlık” hırkasını bir kenara fırlatıp atması hiç de şaşırtıcı değil:
       “Benim asıl kimliğim yazarlık değildir. Yarın belki bütün elyazmaları, notları, kütüphanemi terkederek ortalama bir kemancı olmaya çalışırım. Fakat kemana da bağlı kalamam. Yani bir insanın kendini yazar, öğrenci, genel müdür kimliği içine sıkıştırmasını ve bununla kıvanç duymasını anlayamıyorum. Dünya o kadar büyük ve seçenekleri o kadar fazla ki keman çalmak bize zevk veriyorsa niye yazar olarak kalalım, bu dünyaya eğlenmeye geldik.”
       “Peki İhsan Oktay Anar hep mi böyleydi, yoksa zaman içinde karşılaştığı keskin dönemeçlerde yaşadığı kimi sarsıntılar mı etkili oldu böyle düşünceler geliştirmesine?” türünden tuhaf bir soru geçiyorsa aklınızdan şayet, önce şu satırlara bir göz atın, arkasından da her pazar, Yeni Binyıl’daki köşesini takip edin. Herşeyin ipucu oralarda yatıyor çünkü:
       Adnan Özer’in, “Müzik ilgisi nereden geliyor?” sorusuna, şu anlamlı cevabı veriyor İhsan Oktay Anar:
       “Çok kritik bir yerde askerlik yaptım. Orada Mozart, Bach, Hendel dinlerdim. Müzik duyguları anlatır ve o zaman aşırı duygular yaşadığımı hissettim. Müziğin duygularıma tercüman olacağını düşündüm. Bir keman aldım ve keman öğrenmeye çalışıyorum.”
       Ve kuşkusuz en çarpıcısı, en son soru ve Anar’ın cevabı:
       “Bundan sonra neler yapacaksınız?”
       “Hiç belli olmaz.”
       Şimdi anladınız mı?
     

Hiç yorum yok: