Sayfalar

3 Temmuz 2012

Parfümün Dansı ve düşündürdükleri...(Arşivden)




Tom Robbins:
Herşeye rağmen mutlu olmak…

"Şeytan denen varlık, horozlara sabahın beşinde ötmeyi, uyuyan çiftlerin yüzündeki gülümseme ifadesini silebilmek için öğretmiştir."


İnsanların düşünsel ilgi alanlarını büyük ölçüde içinde yaşadıkları toplumun geçirdiği evrelerin belirlediğini düşünüyorum. Bir iki ay önce yeni taşındığım evde kitapları yerleştirirken okuduğum kitapları dönem dönem ayırdığımda düşündüm bunu. (Bir kitap satın aldığımda tarihi ve yeri not etme gibi bir huyum vardır.) Siyasal öğreti kitapları, darbe sonrası okunan varoluşçu ve nihilist kitaplar, her dönem okunan mizah kitapları, biten aşklar sonrası okunan "insan tanıma" kitapları, favori yazarların romanları, bilim kurgu romanları, fantastik romanlar, tarih kitapları vs… Sorunlu bir dönemimde (hayatı "kazanma ve kaybetme" üzerine kurarsanız sorun hep vardır.) Tom Robbins ve kitapları ile tesadüf eseri karşılaştım.
Tom Robbins'in "Parfümün Dansı", "Dur Bir Mola Ver" ve "Ağaçkakan" kitapları anlatmaya çalışacağım akış açısını farklı hikayelerde karşımıza çıkarıyor.
"Dur Bir Mola Ver", çingene ruhlu Amanda ile davulcu ve heykeltraş Ziller'in alternatif bir yaşam sürmeye karar vermesi ile başlar. Bir yol kenarında kendilerine özgü bir dinlenme tesisi açarlar. Gelen müşterilerin de bu tesis bir "köy" haline gelir. Ve acıklı bir sonla biter. Ne var ki bu yaşam sürecini dolu dolu yaşadıkları için bizi de kendilerine imrenir durumda bırakırlar.
"Ağaçkakan" ise sıradışı kahramanların yaşadığı tutkulu bir aşk hikayesi... Sürgündeki bir kraliyet ailesinin Prenses kızı (Leigh-Cheri) ile göğsüne bantlanmış dinamit lokumlarıyla dolaşan meşhur bombacı Bernard (Ağaçkakan), Hawaii'de karşılaşırlar. Ağaçkakan bir kanun kaçağıdır ama sıradan bir suçlu değildir, şerefli bir davası ve saygıdeğer bir felsefesi vardır. Ağaçkakan'ın romantik bireyciliği ile karşılaşınca, Prenses bambaşka bir davanın peşinden koşmaya başlayacaktır: Aşk...
Herneyse, biz yine "Parfümün Dansı"na dönelim.
Tom Robbins (Thomas Eugene Robbins) ile tanışmam, işyerinden bir arkadaşın elime Parfümün Dansı'nı tutuşturmasıyla başladı. Tam da İstanbul'da -standart gri gökyüzü + lodos=depresif bir kış günü- her zamanki gibi "niye yaşıyorum ki?" sorusunu kendime sorduğum günlerdi. Tabii kapağında Ian Anderson'un flüt çalışına benzeyen tarzda bir figür olan kitabı aynı gece ve tabii ertesi güne sarkan bir okuma ile bitirip, şişmiş gözlerle ama sorumun yanıtını bulmuş olarak  hayat hakkında daha farklı düşünmeye başladım.

Yanıt çok basitti:

            Kayıtsız şartsız mutlu olmak.

Tabii Tom Robbins bu fikri bana hap şeklinde yutturmadı. Kısaca kitaptan bahsedersem daha iyi olacak galiba. Tom Robbins "Parfümün Dansı"nda paralel öyküler aracılığıyla Doğu ve Batı insanlarının hayatı nasıl yaşadıklarını gösteriyor. Bu öykülerden bir tanesi yüzyıllar önce yaşamaya başlamış ve ölümsüzlüğe ulaşmış sürgün kral Alobar ve Hintli karısı Kudra'nın zamanda yolculuğudur. (Einstein ile arkadaş olmuşlar, Osmanlılar döneminde İstanbul'da bile yaşamışlardır!). Diğer hikayeler ise yakın zamanın Fransa’sında ve Amerika’sında geçiyor. Seattle’daki garson kız Priscilla, New Orleans’da bir parfüm dükkanında çalışan Madam Devalier ve Paris’de bir parfüm şirketinde çalışan Marcel LeFever bu hikâyelerin ana karakterleri. Başlangıçta, bu karakterler arasındaki tek ilişki, düzenli olarak kimliği belirsiz biri tarafından gönderilen pancarlar.
Tabii bir de yarı tanrı, yarı keçi PAN var.  Pan, insanlar duygularından kaçıp düşüncelere yönelmeleri, doya doya yaşamak yerine belki varolan bir cennet için çalışmaları, doğaya uyum sağlamak yerine ona hükmetmeye çalışmaları nedeniyle gücünü gitgide yitirmektedir. Fakat Pan’ın keçi kokusu etrafındaki herkes tarafından rahatça duyulduğundan bu kokuyu gizleyebilecek, çok kuvvetli bir parfüm arayışına giriyorlar ve sonunda en mükemmel parfümü pancar yardımıyla üretiyorlar.
Evet, anahtar pancar.
Herneyse, kitabın son sözleri her şeyi daha iyi anlatıyor:

Hesap Pusulası
Pancar sebzelerin en keskinidir. Soğanın sayfaları, gerçi Savaş ve Barış'ın sayfalarından fazladır, her biri de güçlü kuvvetli bir insanı ağlatacak kadar acıklıdır, ama soğanın o fildişi parşömenleri olsun, acı yeşil sayfa işaret kartı olsun, mide sularının ve bağırsak bakterilerinin etkisine kendini pek çabuk kaptırıp kahverengiye dönüşmektedir. Ancak pancar, vücudu, ona girdiği renkte terk eder. Akşam yemeğinde yenilen pancar sabahleyin tuvalette hala kıpkırmızıdır. Bu da pancarın güçlü sindirim asitlerine ve mikroplara karşı ne büyük bağışıklığı olduğunun kanıtıdır. En kırmızı biber bile, en turuncu havuç, en sarı kabak bile, o zamana kadar çoktan iğrenç bir kahverengiye dönüşmüştür çünkü.
Doğduğumuz zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin
kırmızı ateşi yanar durur. Ama yavaş yavaş, bizi ana babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. Sindirildiğimiz zaman, tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman, pis bir kahverengi tonunda çıkarız.
Pancardan almamız gereken esas ders şudur: İnsan, yanağındaki ilahi renge, içindeki doğal
pembeliğe sarılmalı; yoksa kahverengiye dönüşür. Kahverengi olmak da, insanın masmavi kesildiğinin resmidir. Çivit kadar mavi. Onun da ne anlama geldiğini bilirsiniz:

Çivit.
Çivitiyor.
Çivitti.

Hiç yorum yok: